İŞÇİNİN EMEĞİ DE UCUZ CANI DA
Türkiye’nin yarım asırdan fazladır sermaye birikim modeli ucuz işgücü yani “ucuz emek” üzerine kuruludur.
Bu nedenle sermaye açısından bir “maliyeti” olan emek yoğunluklu sektörlerde bilime ve teknolojiye yatırım yapmak her zaman lüks olarak görülmüş sadece ilave bir maliyet olarak değerlendirilmiştir.
Emek öncelikli olmayan bu bakışın gereği olarak iş güvenliği ve işçi sağlığı da her daim sermaye açısından ötelenmiştir.
Bu onun doğası olmakla birlikte işçiler sermaye düzeninde sadece meta olarak görülmekte, onun insani yönleri ve insan olmaktan kaynaklı hakları, hürriyetleri, kaygıları, acıları her daim geri planda kalmaktadır.
Tam da bu yüzden, o metan gazı drenaj kanalları, sığınma odaları vs. gerekli görülmez.
İş cinayetleri de, yaptırımsızlık da cezasızlık da buradan beslenir ve bu kısır döngü devam eder durur.
Çünkü bizde bir madende en önemsiz ve en ucuz şey hep madencinin emeğidir.
Hal böyle olunca; Evet, madenlerde ölmek gerçekten de emekçinin kaderi ve fıtratı oluyor.
Diğer yandan maden kazalarını sorgularken özellikle 12 Eylül 1980’den bu yana sendikalaşmanın önüne çıkarılan engellerle emekçileri örgütsüz ya da işlevsiz örgütlere mahkum eden sistemi sorgulamak da gerekiyor öncelikle.
Zira sendikayı ayak bağı olarak değerlendiren, sendikalı işçiyi tehlikeli gören, işçileri sadece maliyet hesabının bir unsuru gibi algılayan bir düzenin olmazsa olmazıdır maden faciaları ve iş kazaları.
Bu nedenle ülkede emekçiden yana bir siyasal bakış egemen olmadıkça, emekçiler ya da “kaderini” emekçilerle bir görenler siyasal karar mekanizmalarının bir parçası olmadıkça Ermenek, Soma son olmadığı gibi Amasra Bartın da maalesef son olmayacaktır.
TAYFUN ÇAKIR